28 Aralık 2013 Cumartesi

cumartesi

Her şey mükemmel olmayabilir. Zaten olamaz da. Ya kendini buna inandırmak için çatlıyorsundur göbeğinden, ya mutsuzluksuz günleredir her kadehin. Ama eminiz hepimiz öyle bir an yok.

Ütopik beklentiler değil elbet, hatta inan bak laletdalin, ne var ne yok tam da bu saatlerde dua ettiğin! Ama nasıl zor, nasıl imkansız müesvettesi istediğin tanrıdan, uykunu feda ettiğin.

Hepimiz aynıyız, hepimiz uykumuzu kurban veriyoruz bu cumartesi gecesi daha sakin, daha sorunsuz bi hayat için.

Daha adil bi dünya en başta, sonra daha kayirimsiz bi ülke, daha özgür bi hayat,daha sorgusuz tercihler, daha acısız aşklar, daha mümkün kavuşmalar, helal edilesi haklar, anlayışlı ebeveynler, insan olabilen patronlar yahut müdürler, rahat alınan nefesler, mutluluktan alınan 35'likler, doldurulan her mutlu kadehler ve yazmadığım nice şey var uykusuzlugumuzda dilediğimız nice şey arasında...

Ama hepimiz biliyoruz ya, mümkün olsa da, pek değil aslında! Ne mükemmel bir cumartesi gecesi, ne mutsuzluksuz bi dünya!

dönüşlülük zamiri diye bir şey var

Sen çocuklarını, arkadaşlarını, aileni, duygusallığın derin dehlizlerindeki anneni, sorumsuzluk abidelerini, iş açmazlarını, yardımcı kadını, karın ağrını idare et;

Sonra senin gibi binbir çeşit idare açmazıyla kendinden geçmiş başka birinden seni idare etmesini bekle, sonra o başka biri diğerinden beklesin, sonra diğeri ötekinden...

Herkes kendini idare etsin arkadaş! Başlarım böyle işe!

macır teyze timi

Geçen gün otobüste, koltukaltını insafsızca burnuma dayayarak beni yarım saatliğine tüm dertlerimden uzaklaştıran delikanlı;

Seni evine dek takip edip çamaşır sulu küvete yatırmayı düşünmüştüm. Ama malum yardır nurcan yardır durumlarından mutevellit buna vakit bulamadım. Ama o ter kokusuna karışık sarımsak çeşnisini asla unutamadım. Ne vakittir bir toplu taşımaya maruz kalsam seni hatırlarım.

Bugün ne oldu bil bakalım?

Buldum seni hacı! Hem de bizim mahalledeymiş barınağın!

Kork benden. Peşindeyim! İlk fırsatta mahalledeki emekli macır teyzelerden kuaracağım timle, sabah kapı onu süpürme içtimasına müteakip çamaşır suyu bidonlarıyla tependeyim.

kesik süt kokusu

her gün, mutsuzluktan ölecekmişsin gibi oluyorsun; yine her gün bi önceki gün mutsuzluktan ölünebileceğine inandığın şeyin aslında bugünküne kıyasla ölebilmek için pek kafi bi yangın olmadığına inanıyorsun ya,

o işte çok pis bi şey.

bi de başkalarının acıları var bunun gibi. manasız bi şükür ve tevekküle yönelten seni üstünkörü! bencilliğin dik alası. 

nasıl iğrenç bi insanlık halidir o. ölesiye bencil, hayvancasına pragmatist, terliksi hayvan kadar zavallığından mütevellit dirençli bi akıl sağlığını koruma mekanizması. sen mesela benim esamemi okutmayacak acılarla hayattasın ya, ben sana bakıp kendi akıl sağlığımı koruyorum!

insanlıktan soğutuyor kendini insan sananı.

sırf bu yüzden boşuna tüketiyoruz bazılarımız ve ben dünya yüzündeki oksijeni.

bi de sanki ölmek dileğiyle ölecekmişsin sanmak var, sanki dünyanın en soğukkanlı insanısın, evrimi sindirmiş de çiçekte hayat bulmaya inanmışsın. niye sen diyorum ki, o işte basbayağı benim.

ölmekten korkup, acıdan öleceğini sanmak! muhteşem bir zavallılık. harika bir paranoya. kusursuz bir teslimiyet. eksiksiz bir isyan.

hormonlu kuzu yahut kahraman ana

haftalardır evi otel gibi kullanmamdan sebep şöyle arada bir üstten üstten toparlayıp, görünen tozları üfleyerek zeminden uzaklaştırmak en olmadı bi ıslak mendille buluşturmak suretiyle çingene çarşısına çevirdiğim evin durumu pek tabii bir hafta sonunda düzelecek cinsten değildi. bak ütüleri mevzuya dahil bile etmiyorum, onlar başka bir hafta sonunun meşgalesi. 

neyse efendim, dün akşam annelerin en süperi "her gün burdasın bari evini toparlayabiliyor musun?" diye beni yemlediğinde, "yok be anne, çingene çalıyo kürt oynuyo valla evde." derken bugün olabilecekleri nasıl düşünemedim?

annem geldi, her seferinde olduğu gibi, benim üç günlük işimi yarım günde halletti. bu esnada ben sırtımda anne havlusuyla ancak peşinde gezebildim. cereyanda duramadım, ağır bir şey kaldıramadım. toza bulanamadım, çamaşır suyu kokusuna maruz kalamadım, yere terliksiz basamadım.

canım annem, güzel annem, nasıl bir mucizesin, nasıl layık olurum ki sana? geldim 30 yaşına hala sorsan 5 yaşındayım. kim çeker kimin nazını bunca?

güllü hacı battaniyesinin sıradışı hüznü



Benim neyim eksik lan, ben de "bilmem ne keyfi" fotoğrafı çekip ne yaptığımı delicesine merak eden hısım akraba-i tarikata, eşe dosta haber edeyim dedim; dedim ve evde manzaraya karşı bi koltuk, koltuğa konacak ekoseli battaniye, artiz bir kupa, kara uygun bir kitap arayışına girdim. 

Bi kere evin en mükemmel manzarası karşı evin mimariyi ağlatan terası, hadi 45 derece doğuya döndürsek objektifi, boş arsanın dütdürü garajları. "Boşver kızım, nasılsa herkes kar yağdığını biliyor,göremeseler de olur." deyip diğer araçlara yoğunlaşmaya karar verdim.

Koltuğun kırmızı mürekkep lekesinden kaçınarak bi yer seçtim. Battaineyelere bi göz atayım dedim, en afilisi babaannemin getirdiği güllü hacı battaniyesi! Nerde hayallerimdeki mavili yeşilli ekoseli mudo battaniyesi?

Neyse dedim, en azindan kupalarım fena değil. Tam derken uzattığım elim, en sevdiğim kupami asılı olduğu çengelden kurtarmayı beceremedi, kupa sizlere ömür yani!

"Amaaaan, zaten ev buz gibi, zaten havaya giremeyecektim, başlarım fotoğrafına!" demedim tabi, bildiğim küfürleri buraya sıralayamazdım pek tabii!

Hem tatil günü keyifler falan yalan, türk kadını bulduğu her boşlukta ev süpürür, yer siler, yemeyelim şimdi birbirimizi!

kedidir o kedi

Yalnız başganım,

 Merak ettiğim bağzı şeyler var: 

Şimdi bizim çocuklar rüşveti alırken, karalı paraları aklarken falan Fatma Aliye resimli banknotla Cahit Arf resimli banknotu üst üste kasten getirip, kızlı erkekli mi hizalamışlar? Polisler de mi ODTÜ'lüymüş? Ayakkabılarıyla nereye girmişler? 

Yoksa yani niye gözaltına alınsınlar? Yani akıl var, mantık var, keser bi de sap var. Bu ülkede demokrasi var!

Hörmetler başganım, saygılar! 

işte bunlar hep amerika'nın oyunları

"İyice yarmagül oldun, az ye be kızım. Hatta az iç. Bu hafta pazara gidelim de biraz ot çöp alalım, kepekli ekmek de. Öğlen okulda da saman krakeri yiyim bari! Böyle böyle 3 kilo veririm 3 haftaya." diye başladığım hiçbir diyetten 3 kilo daha almadan çıkamadım da; 

"Aaa! Başlarım diyetine. Ver bi 50'lik. Panpa dönüşte de birer yarım ekmek kokoreçle gecemizi şenlendirek! Sen çekmecedeki gofretleri yemiş miydin? Bi de patates kızartması ver canım sen ortaya. Ketçap mayonez de getir. Tuzlu fıstık da getir. Mısırı sonra alırız. Bu da bitmiş hadi dolduruver..." günlerimin dibinde gece yatağa yattığımda ruhumu saran vicdan azaplarından mi bilmem, kilo veriyorum ya arkadaş ben.

Önemli olan yeme içmeyi değil vicdanı yönetmekse; bütün bu diyetisyenler, spor salonları, kadın programları niye?

Al işte, bunlar hep Amerikan oyunları, mossad ajanları! Adamlar midemize girmiş, bizimkiler para sayma makinesi,ayakkabı kutusu gizemi peşinde!

Tekzip


Yazar amcalarım, şair teyzelerim, üniversite hayatımı burnumdan getiren hayat hikayelerinizden ve sayfalarca yazmakta iken içimden küfür ettiğim edebi kişiliklerinizden özür dilemeyi bir borç bilirim. 

Kendi kütüphaneninize demirbaş defteri tutup; her tür için ayrı raf belirleyip, kitaplarınızı alfabetik sırayla yerleştiriyorsunuz diye sizinle alay ettim, yetmedi ruh hastası olduğunuzu iddia ettim. Takıntılı kişiler olduğunuzdan emindim.

Zaten hepinizin çocukluğunda derin travmalar vardı. En iyiniz aşk acısıyla kıvranıyordunuz. Pek tabii böyle manasız işlere bel bağlayacaktınız. Çünkü "bi acayip" adamlardınız.

Ama az evvel "demirbaş defteri tutsam iyiydi!" diyerek kütüphanemin önünde dikilirken, aslında hiç de öyle olmadığınızı fark ettim.

Evet Evet. Kesinlikle kitapları da alfabetik sırayla yerlestirmeliyim.

hobi ney lan?

Otobüslerin arkasından koşmak, koşarken bilek burkmak, sokak kedilerine "Ne bakiyon be! Acıyo işte n'apayım!" diye atar yaptıktan sonra buz gibi banklara oturup bir sonraki otobüsü beklerken telefon ışığı ile kitap okumak; bu esnada kendimi unutmuş olduğumu önümden süzülen otobüsün beklediğim otobüs olduğunu fark ederken anlamak falan hep hobilerim bunlar benim.

 Acayip seviyorum yani.

23 Ekim 2013 Çarşamba

hatun kişinin kusamadıkları

çoğu zaman hastaydım. yoktu halim kalkmaya bile yattığım yataktan. ama kalktım. "kızım kaç yaşındasın daha, neyin halsizliği bu kalk!" deyip. ya sürüp kalemimi işe gittim, ya giyip hırkamı temizliğe koyuldum. yatmadım ama o yatakta. tüberkülozda bile kendimdeysem şayet, yatmadım. 40 derece ateşle bile... ev arkadaşlarım temizlik yaptı, yatasım varsa bile yatamadım, ya da yavrularıma anlatmam gerekenler vardı, sorumsuzlanamadım. 

zira ne kadar iyi bakılsam da, en bakılası zamanlarımda yalnızdım, kendi başıma yapamadım! hastaneye gitmeye halim yokken niye raporum yok diye fırçalandım, işe koştum, ateşler içinde. ya da duramadım yerimde diye iyi sanıldım hep, aldırılmadım. böyle böyle alıştım "eh işte" olmaya, o hali iyi sanmaya... umursamadım. 

ama bugün, o halde, ayakta durmaya halim yokken bi de, onca şeyin üstüne , içine ettiğim saçma sapan egoların içinde yer bulamadım ya;

lanet ettim her çabaya, acımadığım canıma, kendi canıma açtığım onca yaraya, tüm fedakarlıklara, bi "sağ ol" un yeteceği tüm "olsun canım ne olacak" lara...

ben kendime acımazken, birinin bana acımasını beklemem en büyük hata. annen kadar ne kimse sever, ne kimse düşünür seni sonuçta, ütopyalar ise tosladığın duvarlar, kırdığın hayaller kadar yakınında
!

bu da şarkısı:






16 Ekim 2013 Çarşamba

morfin soslu yanmış beyin

2 sene önceydi tam, tam bu gece, nasıl hatırımda... 

kendi seçtiğim hayatın, alternatifleri olan o hayatın, mutlak olduğuna inanıyordum. dönüşü yok, çaresi yok sanıyordum. orada, o sefillikle, çarem olmadan öleceğim sanıyordum. tek amacım o ölümü hızlandırabilmekti! ne kadar az acı çekersem o kadar iyiydi! 

neler denedim. aklım zaten beni terkedip gitmiş, bi hiç uğruna! işim olsa, öğretmen olsam, değer miyidi acaba bunlara? ama neye inandıysam acaba, niye inat ettiysem onca "hayır bitmeden dönmeyeceğim burdan!" diye orada kalmaya; kaldım bana 150 yıl, başkalarına 15 gün olan o süre zarfında. 

şimdi 2 yıl sonra bugün bakınca o günkü nurcan'a, ölmek için en acısız çareler düşündüğüm o gecenin üzerinden geçen 2. yılın ardından bugün; bacağımı kırıp ölmeden ordan kurtulabilmek için edindiğim morfinlerin ve o kalın odunun en değerli varlıklarım olduğuna inandığım o gün; belki de benim için en acı, en uyanık, en değerli gün! 

evimde, yurdumda, yatağımda, alıştığım kokuyla, sevdiğim koltukla, teflon tavamla, cama vuran Bursa yağmuruyla, o çılgın lodosu ve bildiğim insanıyla yaşayabildiğim hayat; elbet muhteşem değil ama, dayanılası; dayanılabilir en azından sevdiklerim yanımda oldukça! 

hayat ne değişken, beklentiler ne tutarsız, ölüm ne sevimli, ölmek ne kadar zamansız! ömür ne uzun ya da ne kısa; ne yaşadığınla ayarsız!

3 Ekim 2013 Perşembe

nilsel mevzular

evvelce çok başka milatlarla ikiye ayırdığım hayatımı bi süredir "Nil'den önce ve Nil'den sonra" diye ikiye ayırıyorum. adettendir çünkü bu ikiye ayırmalar, ya yenilen büyük kazık, ya edinilen mühim tecrübe, öğreti yahut tarifsiz bi sevgi bu ikiye ayırmayı gerekli kılar; artık neyse senin hayatında eksik yahut fazla ona göre yaparsın bi milat hayatınca.

neyse işte ben bi süredir ziyadesiyle Nil miladıyla yaşıyorum.

hayır hepimiz, en çirkinimiz, en şapşalımız, en malımız da dahil bi anneden doğduk ve anaçsal süreçler dahilinde bütün o sıfatlarımıza kavuştuk.

şimdi bana malsın ama annene dünyanın en mucizevi varlığısın. sen bu mallığını cümle aleme beyan edene dek halana, teyzene, dayına, babaanne dedene de acayip akıllı ve güzeldin. annene hala öylesin, anne bu ne yapsan boşverdirtemezsin; annemden biliyorum. zira kızar falan ama dünyalara değişmez sümüğümü bile.

dönersek Nil'e: abi her çocuk emekler, hepsi yürüme arefesinde ve ilk safhasında pek sevimli triplere girer. hepsi ellerini çiftetelli kıvamında açıp popsunu titreterek dengeyi keşfeder, diş fırçalamaları bi alemdir, bütün bebekler çikolata yerken saçından ayak parmağına o nesneye bulanır ve hepsi yakınlarına göre dünyanın en sevimli çikolata canavarıdır.

ama işte değil. objektif ve mantıklı  olma yetisini kaybetme durumuna diyoruz biz "anne, dayı, teyze, hala, anneanne" falan diye.

kan bağı nasıl ilkel bir mucize. hayır sanki kakası bile farklı. evet kabul çiçek kokmuyor ama olsun; az zaman sonra çiçeğe de kokar. saçları var mesela kıvrık kıvrık bi görseniz. hayır bi tek kuzumda var. sonra bi tombiş elleriyle diş fırçalaması, bi yürümesi, sehpaya tırmanması. .. hayır canım ne alaka.. tabi bi tek Nil'de var! boşuna mı seviyoruz allasen, seviyorsak bi sebebi var!

2 Ekim 2013 Çarşamba

eeee, şey, aslında ben hiç öyle bi kadın değilim.

"ayyy, iyiyim canım ne olsun. orhan da iyi. gelirirz geliriz. ay bu hafta zor ama ya, orhan bursa'da değil. evet evet canım, semineri var. ankara'da.. seminer tabi canım, aaaa, sen de.. evet tatlım eminim. hayır arkadaşım, onların seminerleri hep şehir dışında olur. evet gitti, sen hatırlamıyorsundur. hayır, en son şubatta gitmişti, antalya'ya. evet, iş sebebiyle. e ne yapayım canım, önüne mi atayım kendimi gitme diye. hem gidecek tabi, işi o onun. hayır canım memnun olmuyorum ama bir şey diyemem, demem de. tamam sen de o zaman kocana. tamam gitmiyorsa demezsin. oldu o zaman, gitse de gönderme. yok ben gitmen taraftarı değilim. hayır ben de gitmem. eeeeeeeehhh!

kızım senin götünden korkun varsa beni ne yoruyon ya? sus, sus cırlama bi dinle getirtme beni oraya. sana ne lan, kocam beni aldatsa sana ne, aldatmasa sana ne! biz böyleyiz annem, var mı itirazın? bayılıyoruz böyle ayrı ayrı takılmaya. anlatma bana anlatma sus! iyi o zaman sen kaşındın! bak biz şimdi geçen ay mudanya'ya yemeğe gittik ya orhan'la sen seninki de......."

"alooo.. iyiyim canım sen napıyorsun?  hayır eylem olarak ne yapıyorsun? üstünde ne var diye sormadım! hııı anladım. açsana kamerayı. yaaa odanı merak ettim! ya hem özledim de. evet özledim. ya sana yalan borcum mu var, aç işte yeeaaaaa. kim var yanında? e niye açmıyon o zaman? biri olmasa açarsın. var biliyom var. alo, kim o şırfıntı? yanındaki şırfıntı. hayır saçmalamıyorum. görmeden inanmam. ama inanmam lazım. inanmazsam uyuyamam. aç dedim sanaaaaaa! aaa, odan güzelmiş, balkon nerde? bi göstersene... bi de şu dolap nasıl? arkasında ne var öyle? hayır canım, ne alakası var, meraktan. hı tatmam. olddduu, ben deeee..."

30 Eylül 2013 Pazartesi

piç miyim oolum ben?

valla başgan bana ailem "Türksün evladım sen." dedi. sonra okula gittim işte, orda da Türk olduğumu söylediler. "öğretmen yalan mı söylicek allasen, Türküm madem o zaman." deyip devam ettim yoluma. 

ama işte sen "laz kardeşim, kürt kardeşim" falan diye ortalığı estirip açılımlar yapmaya başlayınca "bu böyle olmaz, kesinkes benim de başka bir adım olmalı, muhakkak beni de asimile etti bu cehape zihniyeti!" diye yedi ceddimi araştırmaya başladım. 

gözümü açtın başganım. 

babamla başladım. kendisi Türk olmakta kararlı. sonra dedeme geçtim: ı ıhhh! inatla Türk. nuh diyor peygamber demiyor. eşeledim biraz, malum Balkanları Türkleştirme politikası, yeni yurt kurma, yüzyıllar boyu orda yaşadıktan sonra patlayan savaş ve sürgün hikayesi, savaştan kaçıp canını kurtarma derdiyle büyük göç anavatana... uzun seneler, Hıristiyan tebaa içinde yaşanan asırlar, kim bilir nice sevdalar... 

"yok!" dedim, "olamaz. kesin vardır bir yerde bi gavur kanı. böylelikle ben de bulurum öz kimliğimi!" 

neyse, bi kitap buldum evde, üşenmemiş bizim ihtiyar heyetinden bi amca yazmış nerdeyse 10 kuşak boyunca. hatrı sayılır bir soy ağacı duruyor karşımda! aradım taradım bulayım bi sofia, nadia, emilia falan diye ama, ne fayda! 

az daha eşeleyince ulaştığım bilgi balkan fetihlerinden sonra ya Aydın'dan ya Konya'dan giden atalarımın Balkan'ı yurt tuttuğu yönünde. ötesi ıvır zıvır hikaye. 

şimdi başgan, görüyorsun ben kendime elle tutulur bi etnik köken bulamadım. öyle üstün körü Türk deyip geçiyoruz. senden ricam, bize de havalı bi etnik köken buluversen! çok ezik hissediyorum kendimi, lütfen!


28 Eylül 2013 Cumartesi

bir tuvalet paspası sorunsalı

bu ara ara olur bana hep. bilemem neyle ilgilensem, vaktimi neye gömsem, şefkatimi nasıl tüketsem... biraz orhan'ı bunaltır, pızıkır, mızmızlanır, sonra bilmem hangi derde peyda olur koşuturup dururken hepsini unuturum.

genel olarak tatil günlerinde  zaatımı ele geçiren bu hissiyat beni bugün nirvanaya doğru bir basamak döşemeye yöneltti, o da şudur ki: bir evcil hayvan edinmeli!

bu fikir tahmin edileceği üzere tam olarak aklıma tuvalette geldi. e hep öyle olmaz mı Türk'ün aklı... aklımın yarısı midemde, öbür yarısı "bari bi kedim köpeği olaydı, gelip ayağımı falan yalar beni tuvalet paspasının üstünde yatarken oyalardı" fikrinde.  "hah!" dedim, "tamam. işte budur ihtiyacım olan!"

hayvan seçmek önemli. bi kere hayvan dediğin akıllı olacak. edepli olacak, sağa sola kakasını yapmayacak. balık mesela bu hususta tartışılmaz bir üstünlüğe sahip. ama nasıl gelip de ilgilenecek zaatımla? umurunda bile olmam. hem zaten evvelce oldu bir balık maceram.

yine böyle mızmızlanmalarıma dayanamayan kocam, 2 balık alıp gelmişti eve. minnacık iki japon, elindeki poşetin içinde, nasıl bi sevimli göründüydü kocam o gün kapıda dururken gözüme. törenle yeni yuvalarına yerleştirdik yeni yavrularımızı, yemlerini de verip çıkıp gittik annemlere. pek tabii durunamadık, artık sorumluluk sahibi insanlardık. izin isteyip evde bıraktığımız yavrularımıza koştuk, kapıyı kırarcasına açıp soluğu akvaryumumuzun dibinde aldık! evet, içimize doğmuş olmalıydı bu felaket ki, bi an evvel eve ulaşmak için bilmem kaç kırmızı ışıkta gaza bastık.

sonuç? yavrularımız telef, ters dönmüş duruyorlar suyun üstünde. yas ilan ettik, gömdük yavrularımızı açelyamızın dibine. olmamıştı işte. bakamamıştık iki balığa bile... o gün bu gün, geçmemişti lafı, evcil hayvanın evimizde...

dönelim yine benim aklımda tam olarak tuvalette ışıyan fikre. balık olmaz, hem ayıp evvelkilere, hem dertten anlamaz deva olmaz kişiye. kuş? cık! kaplumbağa? ı ıhh! at evcil değil, hem bizim kutu evde koşamaz.

kedi yahut köpeğe yönelmeli. ama hangisi?

ya da ondan önce evcil hayvan edinmeyle ilgili çekincelerimi ölçüp tartsam daha mı iyi?

evde bir ayıyla yaşadığım oluyor ara ara. acaba bi kedi, bi köpekle yaşamak da o kadar kolay mı ki? sıkılır mıyım, üç gün sonra vurur muyum kafamı duvarların en keskin köşelerine yahut isyan eder miyim vicdanıma?

tanrım, napıciiim ben? bi yol göster şu garip kuluna! hoş yol göstersen anlayabilecek kapasite vermiş misin bana, o da ayrı bi muamma.

27 Eylül 2013 Cuma

dna'ma tükürsem ne fayda?

bu yaz-boz işlerine malum yerde başladım. evveliyatı da vardı elbet lakin "saçmalıyorum bir de üşenmeden okuyor insanlar" idrakım belirttiğim şekilde vuku buldu şahsımda.

ziyadesiyle uyumlu, her düşünceye saygılı, pek anlayışlı biri olabilirdim; genlerim müsaitti buna ancak pek acıklı bir şekilde olamadım. bilmem ne sebeple kardeşçeğizime giden tüm iyi niyetli ve becerikli genler bana selam bile vermeden yol almışlar. nerde var bi lanet gen, nerde var bi sinir bozucu huy toplanmışlar dna'mın mahalle kahvesinde batağa, orada karar verip artık bu boş işleri bırakıp adam olmaya, beni bulmuşlar sanki o anda bu gazla, çöreklenmişler ikili sarmalıma!

o kadar da bi ibretlik insanım! özel falan değilim haşa, kendimi farklı kılmak gibi manasız bir amacın peşinde koştuğum da sanılmaya! ibret kısmı bu seçilmiş uyumsuz ve huzursuz genleri olanca mükemmelliğiyle taşımamda!

ben bunu anlatmayacaktım halbuki! çok başka bir amaçla çıkmıştım yola; ama dedim ya, zaten şuursuzluğum işte tam böyle konularda vuku bulmakta. ek-fiil anlatmak için çıktığım yola evrimle nokta koyabiliyorum mesela. işte tam şu anda olduğu gibi hiçbir vakit bilemiyorum ben nasıl sürüklendim taaa oralara.

ne diyordum, ha yaz-boz işleri...

blog olayı mükemmel oldu mesela. zira makul bir kitleye dökmekteyim içimi. söyleyemeyip yazabildiğim nice şeyi perdeleme derdim yok burda. dert kimsenin okumayacağı bir kağıda döküldüğüne, dökülmesinin manası olmuyor zira. birileri seni anlamadan dökmüş olamıyorsun içindeki zehri. zehri dökmek için seçici davranabileceğim bir alan yaratmış olmam aslında tam manasıyla bu blogsal mesele. nasılsa "aaa, bakalım nolmuş, kocasıyla arası mı bozuk? ohhh, zaten evlendiğine şaşmalı." insanı üşenip okumayacak ne saçmaladım acaba diye!

kınayacak hısım akraba-i tarikattan, minik beyinli tanışlardan, iptidai ve iktidarsal salaklardan uzakta savuruyorum kendimce, perdesizce, incelikli olmaya çalışmaksızın ne varsa dilimde.

deborah o kadar da kötü bir seçim yapmamıştı. niye çekip aldınız onu karanlığınıza? aydınlık herkes için aynı olmak zorunda mı, somut gerçeklerin kime ne faydası var allah aşkına?

nurcan iftiharla sunar: özteknosa

çok düşündüm, karar verdim: "özteknosa" açıyorum! 

hee bildiğin özteknosa. bizim mahalleye. caddeden bi dükkan kiralarım. iki televizyon, üç telefon artık paramın yettiği kadar da elektronik eşya attım mı içeri; ohhh mis! bir de ucuz yollu "orijinal kaçak" getirtirim şemdinli'den; malum her keseye uygun mal satmak ticaretin olmazsa olmazı. geçsin beyim kafasına göre işletsin! sabah işe gitsin, akşam insan gibi bi saatte gelsin!

ne oolum bu, bi işin saati olur, görev tanımının sınırı olur; bi insanın evi olur, anası, babası, karısı olur. kapitalizmin vücut bulmuş hali, ocağa dikilen incir ağacının hormonlu meyvesi... 2 senedir evliyim, standart evli insanların beraber geçirdiği vaktin 10'da birini geçirmediğimize eminim. milletin çocuğu oluyo, yaşına giriyo anca gidip görüyoruz.

iyi taraflarını görmeyi de öğrendim, ama şimdi sırası değil bunun.

açıcam özteknosa'yı, kafam rahat olsun! normal insanlar gibi akşam 7'de sofra kurulsun, hafta sonları ocağın üstünde tüten bi demlik olsun, eşi dostu beraberce görmek mümkün olsun, olsun, olsun, olsun...

ben erkeği yazısından tanırım


"herkes" cancağızım, "her şey" sonra, ayrıca dahi anlamındaki "de" var bir de ayrı yazılan. "ki"yi anlatacağım, dilim varmıyor. 

bileceksin arkadaşım. stilettonun hangi pantolonla giyileceğini, o bluzun saçının rengine gidip gitmeyeceğini, bu sezonun trendini, küpe elbise uyumunda dikkat edilmesi gerekenleri, araba anahtarı-telefon-çakmak-gözlük kombinasyonuyla bi kahvenin 30 lira olduğu yerlerin en hakim masasında kız kesme tekniklerini ve daha bir sürü şeyi biliyorsan;

nasıl yazacağını, yazarken hangi "de"yi, hangi "ki"yi ayıracağını, virgülü ne vakit kullanacağını, belli başlı anlatım bozukluklarından nasıl kaçınacağını, özne-yüklem uyumunun temel kurallarını bileceksin!

bilmiyorsan yazmayacak, konuşacaksan miyavlamayacaksın!

16 Eylül 2013 Pazartesi

nırını nı nı... ben özgürüm, sadece özgürüm!

en havalısından "alsak birer sırt çantası, düşsek yollara. canımız nereye isterse oraya gitsek, istediğimiz yerde denize girsek, akşam yemeğinde tuttuğumuz balıkları yiyip, çadır kurup geceyi geçirsek." falan diye hayalleniyorum her yaz arefesinde. her haziran kesin kafaya koyuyorum bunu, istisnasız.

zaten sırt çantası neyini hazırlıcam, birer uyku tulumu alıp orhan'ı da bu işe ayarttım mı; ohoooo her bi şey güllük gülistan. onun da yolu belli "ama bak valla hiç masraf olmıcak. benzin parası yok, otel, şımbıllı akşam yemeği falan hiçbirine gerek yok." falan diye girsem, serde macırlık malum, olur sanırsam.

neyse okulları kapatınca başlıyorum yanıma almam gerekenleri düşünmeye. "eee şimdi bikini, 3 tane? yeter. havlu en az iki. saç kurutma makinesi, aaa vigoyu da alayım. şampuan, saç kremi, köpük, cımbız, oje, aaaa törpü, diş beyazlatıcısı, duş jelini unutuyordum bak, gece kremi, nemlendirici, güneş kremi, güneş sonrası kremi, düzleştirici, ellerim de çok çatlıyor. dur bu ojeyi de alayım yanınca güzel oluyo. şu saatimi de mi alsam? 3 sandalet yeter. ama bu elbisemi de alacağıma göre şu babeti de almam lazım. e sırt çantasıyla gezcez diye yanımıza şımbıllı elbise de mi almayalım? 4 şort, 4 tişört, 1 kot alayım belli olmaz, hırka da alayım soğuk olursa hava, çorapla spor ayakkabı da lazım o zaman. o bluzla bu saç bandı güzel oluyo. bu hırka bununla uyuyo...."

bütün bunlar peki sırt çantasına nasıl sığıyor?

sığdı diyelim;

"ben şu off'u alayım. yemesin sinekler. sinekten başka böcek de varsa.. hamam böceği yeminden de mi alıp koysam acaba? ya burnumdan içeri bi milyon karınca yuva yaparsa, ya ayı inerse dağdan, ya çakallar etrafımızı sararsa, yılan da vardır. dedemin av tüfeğini mi istesek? ya da bi silah alalım biz, hem taşıması kolay. soğuk olursa ateş yakarız. nasıl yakarız? bi şişeye gaz doldurup onu da almalı..."

bu uzaaaar da uzar.

sonra nurcan hazırlar mor devasa valizi, oturur düldülün co-pilot koltuğuna, elde navigasyon, dön sağa, yok ya sola, düz mü gitsen acaba...

tatil bitince hayaller de böyle öksüz kalıyor ya.. ama bi gün becercem, gönülden inanıyorum buna..

25 Ağustos 2013 Pazar

paralar paralar bozulmasın aralar

dillere destan öğretmen maaşı, kocamın milyarlarca liralık kazancı falan piyuuuvv.. hasılı paraya para demiyoruz. hatta inanmaz kimse eve tuvalet kağıdı bile almıyoruz. o kadar çok yani... 

hele bir de benim doğuda biriktirdiğim paralar yok mu! az sıksak bir yalı alacağız boğazda ama, şimdi eşe dosta anlatamayız diye mütevazi yaşantımızdan uzaklaşamıyor, bağlarbaşı'ndaki küçük ama sevimli evimizde, ferrarimizi gündüzleri garajda gizleyerek hayatımıza devam ediyoruz.

ha kredi kartları mı? elbette birer fantezi.

peki ben niye bunları yazıyorum? çepçekirdek ailemizin aylık kazancını üşenmeden kendince hesaplayıp, bu paraları ne yaptığımızı falan mevzu eden hısım akraba-i tarikat boşuna kendini yormasın diye çabalıyorum!

şefkat öldürür!

dün sabah tam da rüyamda ali babanın "açıl susam açıl" mağrasını gördüğüm anda çalan telefon zaten olacakların habercisiydi. 

bir cumartesi gününü cuma sanmamla başlayan mtsk sınavına yetişme maceram, taksiye verdiğim o kadar para, komisyonun beni sınava almaması ve yemiş olmam gereken 1 yıllık sınav cezam başlı başına bir gün ekşını için kafi değildi. olaydan sayılmazdı, anca günün olayları için işaret görevi görebilirdi.

kuyruğumu kıstırıp eve dönmek için durağa gittiğim an "aha, bugün cumartesiymiş ya, e kuzenin düğünü var. allah beni neylesin!" idrakım, koştur koştur elbise alışım, otobüste üstüme kusan çocuk, yıkayamadığım balkonun o hazin duruşu, çürüyen patates kokusu, kurtlu un falan derken gözümde yanıp sönen yıldızların koltuğa yapıştırdığı ben...

bir türlü geçmeyen mide bulantısı, ayak parmaklarımdan başlayıp usul usul sırtımdan başıma uzanan ağrı, midemde oturan öküz, sigaraya bile direnç derken beynimi yiyen düğün, gitmem gereken düğün, hazırlanamadığım düğün...

ama ben gözlerimdeki yıldızlara, ellerimi tutan iplere, ayaklarımın üstündeki külçelere rağmen ben o saçı yapıp, o kalemi kaş göz bulamadan gözüme çekip, ojelerimi en az kusurla sürebildim. elbisemi bile giyip, ayakkabı seçebildim. aynada kendimi çok net görememiş olabilirim, ama yine de "kızım ne kaaa güzelsin." diye kendimi gazlayabildim.

sonra;

kocamın "yüzün sapsarı,elin ayağın titriyo, bu halde hiçbir yere gidemezsin. çıkar elbiseni, hemen hastaneye gidiyoruz!" şefkatinin bu sapasağlam direnci nasıl tuzla buz edebileceğini farkettim. aslında elbisemi çıkarmaya bile halim olmadığını, acaba az evvel tüm o şeyleri hangi güçle yaptığımı, direncin şefkatle bir arada barınamayacağını falan bir sürü şeyi ağlayarak idrak idrak ettim. ne pis bi şeymiş oolum bu şefkat! sapasağlam bile olsan yataklara düşürür adamı.

velhasılı;

insanlar pistte göbek atarken ben anca o anı stajyer bebenin takamadığı serumun acısını hissetmeyip kızı ürkütmemek için tasavvur edebildim. gelen düğünümü haftaya erteleyip kapanmasına direnemediğim gözlerimin huzurlu karanlığına kendimi teslim ettim.

21 Ağustos 2013 Çarşamba

iyi de, kim sana gül bahçesi vadetti?


uyusam, uyusam, uyusam. şöyle birkaç yıl uyusam, hiç uyanmasam. 

sonra bir uyansam, güneşli bir mayıs sabahı olsa mesela. tişört giysem ama yanıma bir ince hırka da alsam, n'olur n'olmaz diye, tam kapıyı çekip çıkarken sokağa.

kuş gibi hafif olsam, yürümesem uçsam, saçlarımı savursam, kendime anlattığım tüm masalların esas kızı olsam. 

dilek-şart kipi de olmasa mesela, ben hep geniş zamanlarda, şimdiki zamana yakın mutlu olsam. keşke ne mutlu olduğumu hissettiğim hiçbir an, bu mutluluğa bedel olarak, az vakit sonra neler ödeyebileceğimi hesaplamasam.

deborah'ı d koğuşuna yollayan düşsel gerçekliğin kolları onca acı ve kabul edilemez olmasa yahut düşle gerçeği buluşturmak yalnız bireyin kendiyle uzlaşımı olsa...

ne olurdu acaba?

14 Ağustos 2013 Çarşamba

bir varmş, bir yokmuş...

dün, çamaşır suyu döktüğüm koltuğun kahrıyla; lekesi çıkmayan pantolonumla, kocamın istediğim tarihe ayarlayamadığı izniyle, sophie'nin hayal kırıklığıyla, gidemediğim tatille, kestiğim elimle, alamadığım elbiseyle, yettiremediğim maaşımla, uyuz olduğum komşumla ve bir dünya saçmalıkla dertlenip doldurduğum günüm benim için her gün kadar normaldi. 

çünkü ölemezdim. bir hastalığım yoktu, yaşlı değildim. 

sevdiğim kimse de ölemezdi, annem mesela, kocam, kardeşim. hiçbiri beni bırakıp gitmek zorunda kalacakları bir işarete sahip değildi. kaldı ki zaten gitmezlerdi, beni böyle bir başıma burda bırakıp gitmeye gönülleri el vermezdi. 

hatta kimsenin kimsesi ölemezdi. ölenler görmüştüm nasılsa evvelce, gördüklerim yeterdi.

ama sabah gördüğüm, bir hafta öncesine kadar en son belki de 3 yıl önce gördüğüm Burak'ın gitmiş olduğuna dair haber bu dünyadan; sarstı beni, durdurdu. biri bastı sanki ağır çekim butonuma, vurdu sanki kafama bir sopayla.

ne için acaba, onca hırs, onca öfke, onca çaba.

bir varsın, bir yoksun işte.

her şey ne kadar basit işte...

12 Ağustos 2013 Pazartesi

hay tüküreyim!

yazarken noktalama işaretlerine dikkat ettiğim kadar, konuştuğumda vurguma yahut tonlamama dikkat edeydim, çözülmemiş hiçbir anlaşmazlığım olmazdı sanıyorum.

11 Ağustos 2013 Pazar

gell, öpüjjemm!


sarhoşluk tamamiyle bireyin kendine özgü, parmak izi gibi eşsiz nitelikler ihtiva eden bir akıl bulanıklığı durumu. üç duble rakının etki biçimi dünya üzerindeki insan sayısı kadar çeşitli kanımca. ayrıca bireyin birim zamanda tükettiği alkollü içeceğin çeşidi de sarhoşluk nidalarını değiştirebilmekte. 

bakınız uzun yıllar boyunca gözlemlediğim, başlıca alkollü içecek türlerini tüketen bireyin genel geçer tepkileri aşağıda yer almakta. tabi geçmiş yaşantılar, birlikte içilen insanın beyin üzerindeki etkisi gibi değişkenlerin yol acaçacağı standart hatalar araştırma sonucu saptanırken görmezden gelindi. 


votka+enerji: hacı gitmiş iyi ki lan, bi çiçekle bahar mı geçer. kes kes manitayı kes!

rakı: allah belanı versin! senin de, cilvenin de, yeşil gözlerinin de, sevginin de. bensiz mutlu olma. ben ne çektiysem sen de çek, gülmesin yüzün. solsun güzelliğin amk!

şarap: seni deee, ebeni deee, gelmişini deee... aç hafız, o şişeyi de aç. ya da bira ver, içim yandı amk! 

10 Ağustos 2013 Cumartesi

jeux d'enfants

-ben sana bunu anlatmak için yıllarca bekledim. 
-neyi anlatmak için?
-sophie, ben aşığım. 
-aşık mı? oyun mu? 
-hayır, oyun değil. evlenmek istiyorum, katılıyor musun?
-bana mı soruyorsun, oyundaki gibi?
-peki, bugün ne diyorsun?
-sen... sen gerçekten evlenmek mi istiyorsun? 
-tabii ki. kendi kendine evlenemezsin. kabul ediyor musun? 
-evet
-kabul ettin. düğünümde şahidim olacaksın. teşekkürler sophie.

9 Ağustos 2013 Cuma

sarışının çakması da zor be annem

bi de onca ayak dirememe, onca "ya bi git, evlilik dünyanın en aptal şeyi" falan diye ortalıkta gezip gezip, sonra da hiç vakti değilken evlenmiş olmama rağmen;

iyi ki de evlenmişim lan.

yoksa şimdi yatacağım yatağı ısıtacak bi adam olmazdı. olsa da ona hala manyak gibi aşık olmazdım. olsam da belki o adam adam olmazdı. olsa da belki yanımda olmazdı. yanımda olsa da belki yatağımda yatmazdı. yatağımda yatsa beni sevmezdi belki. belki çok sevse de babam izin vermezdi. belki izin verse ben olmazdım.

amaaaann!  neyse işte. sarışın esprisi diye bir fenomeni olan ülkenin çakma sarışınını kaale almak da, ne kadar akıllıcaysa...

oldu, iyi geceleeeer...

dünya neremdeydi ki, minare neremde?

evvelce karanlıkta pek çok korkardım. ödüm kopardı bir gölge gördüğümde oynaşan karanlıkta. cinler periler, namlı hırsızlar, şizofren komşular bir bir hizaya girer, beğendirmeye çalışırdı kendini sidikli muhayyileme. bayağı da uzun sürdü bu. ne vakit gittim allaan belası o ilçeye, ne vakit gelmedi elektrikler günlerce o zaman öğrendim karanlığın insanı öldürecek gaipten güçlerle bezenmediğini. ama yine o günlere denk anlamam görünür olan hiçbir şeyden korkmaya hacet olmadığını.

hayır asla bana iyiliği dokundu falan diyemeyeceğim o yerin. imkanı yok. kattıklarıyla aldıklarını teraziye koyar, ağır basan tarafı ifşa eder, faydasından çok zararı olduğunu kanıtlar, kabul etmem hiçbir şekilde bana herhangi bir şey kattığı fikrini.düşününce  aldığı aklımı, uykusuz gecelerimi, minik hapların aklımda yarattığı tahribatı, onca metil alkolün karaciğerime ve hafızama ettiklerini ve daha bir sürü şeyi... hala arayamıyorsam orda ne çok sevdiğim bir sürü kişiyi, vardır elbet bir sebebi.

bedenim buraya gelse de, aklımı fikrimi getiremedim bir süre buraya. çok uğraştım kurtulmaya, başardım da. bir iz, bir acı, bir yüz yok artık hafızamda. orası yok hiçbir anımda. şimdi bunu yazmam tamamiyle bu gece kocamın da onayladığı "sanki hiç gitmemiş gibiyim di mi"den sonra.

ama bir şey oldu bana. böyle bir "allasen"li, bir "eee, bu mu yani"li, "ay başlatma babanın şarap çanağına"lı, "dünya s.kine, minare g.tüne"li bi insan oldum. artık her b.ka ağlamaz, ama her güzel şeye güler oldum. çok düşünmez, çok yaşar oldum. "bana ne lan" oldum.

e iyi mi oldum? evet, süper oldum! hele de metil alkolün bünyemdeki tesirinden kurtulunca, çok masrafsız bir pilot oldum!

MEB'den öğretmene 5 yıldızlı tatil ödeneği

yapmayınız. ojeli ayak parmağı, çakıl taşı, deniz kompozisyonlular başta olmak üzere tatil temalı fotoğraflar paylaşmayınız. 

asla kıskandığımdan, fesatlandığımdan, bursa'da hasetten çatladığımdan falan değil. 

kardeşimi tatile götürdüğümde gelecek birkaç ayki maaşımdan kalacak tutarı da harcamasaydım elbet, kendimi de tatile götürebilirdim. ama yapamadım. cebimdeki akrebin de uzayıp giden koyda firar etmesine engel olamadım.

ha o ara, yani kardeşimi götürdüğüm tatilde ben ne mi yaptım? hayır canım, ne tatili, sen "yyeeaaa çişim geldi, teyzeeeee!" diye zıplayan 3 yaşındaki yeğenini tuvalete götürdüğünde sen de çişini yapmış sayılıyor musun?

Sabancı Holding'in ağustos ayında veremediği, eylül olmaz mı diye dalga geçtiği yıllık izin de aklımda. iki çift laf da dilimin ucunda ama laf edemiyciim malum, beyimin şirketi sonuçta.

MEB'i ise esefle kınıyorum. 2 ay izin verince tatil mi vermiş oluyorsun? tatil ödeneği istiyorum. tatilsiz öğretmen agresif öğretmendir. desen bize "al hocaaanım, bu da yaz tatilinde gönlünce gezebilmen için sana ayrılan ek ödenek, hayırlı uğurlu olsun." diye, gör bak nasıl tavan yapıyor eğitimde kalite! yooo hiç bi kere abartmıyorum!

8 Ağustos 2013 Perşembe

şeker mi bayramı?

bayramda babaanne evindeysen, o kahvaltıda yok yoktur. "ben yahni sevmem." deme hakkın hele hiç yoktur. tok olamazsın, toksan da yememezlik yapamazsın, ağzını ayırıp etrafa bakınırken bir anda ağzına tıkıştırılan salata suyuna banılmış ekmekle ayılırsın. gaflette bulunup "şu yok mu ki" dediğin an koşmaya başlayan babaanneyi hiçbir şekilde durduramazsın. yoksa da yaratır, gider marstan alır, inanamazsın. 30 yaşındaki torunundan, 11 aylık torununa kadar tek tek verdiği bayram harçlıklarına asla "yahu ben çalışıyorum kaç senedir, ne harçlığı babaanne." falan diyerek karşı çıkamazsın.

her ağrının sevgiyle azalabildiği mucizesine yine tanık olur, gözlerinin dolmasına engel olamazsın. dünyanın en sevgi dolu dedesiyle neredeyse otuz yaşına girecek olmanın, hala aynı çatı altında o bayram sabahı kahvaltısını yapmanın, bir de o sofrada "nil" ile olmanın tanrının ne büyük bir hediyesi olduğunu en derinde hisseder, bir bayramın daha güzel olabilme ihtimaline inanamazsın. 

mutlu bayramlarınız olsun. evleriniz hep sevdiklerinizle, hep o çocukluğumuzun huzurlu neşesiyle dolsun.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

ana beni eversene

evet evet, ramazan bayramıydı.

o vakit kocamla kendimce ve ülkemin hukuk kaidelerince evli, toplumsal mevzuat içeriğince nişanlıydım. allaaan belası şemdinli'den bayram için gelmiş, ilk memleket çıkarmamı yapmıştım.

gece dışarı çıkasım, aylardır görmediğim herkesi göresim, gidip insan içinde dağıtasım var. bayramlaşma ritüeli günler sürecek belli. benim tatil piç! bursa'da geçirilecek gün sayısı az, ben sevgilime ölürcesine özlemli, babam nalet, kurallar net!

bayramın 1. günü gecesi sevgilim işten çıkmış, arkadaşlarım buluşmuş, ben evde son 48 saattir gönüllerini hoş etmek için göbeğimden çatladığım annem ve babamın kapanan gözlerine rağmen bi muhabbet bulma çabalarının dibindeyim!

nihayet uyuduklarında 5. katta kardeşceğizime bu işi halledebileceğime ikna etmek için kendimi yemekteyim. sabahın üçünde bir elimde ayakkabılar, üzerimde elbise, saçlarım afili, diğer elimde çöp torbasıyla merdivenlerden inen benim. elimde çöp torbası olmasının maksadı annem duyar da uyanırsa çöp atmaya iniyordum diyebileyim. o saçı ve makyajı karıştırmayın tabi!

kocamla buluşmak için evden kaçmışlığım var, hatırladım, gülümsedim.

4 Ağustos 2013 Pazar

ah şekerim, seni kariyerimle döverim

"şekerim, bak ben çok çabaladım buraya gelmek için. gerek eğitimim olsun, gerek şirket içindeki başarılarım. sana da tavsiyem hırslı ol. bir yere gelmek istiyorsan, gözünü kulağını tıkayacaksın. yapamazsın diyenleri takmayacaksın. evde oturmak da zordur tabi. kadın dediğinin ekonomik özgürlüğü olmalı. erkeğin haddini ancak böyle bildirebilirsin. bence bir yerlerden başlamalısın. bak ne kadar akıllı, ne kadar güzel kızsın." cihetinde bana hayat tecrübelerini bir çırpıda aktararak elimden tutmaya çalışan hatuna, "öğretmenim ben panpa. dediklerinden az daha fazla!" diyemedim. hayallerini yıkamadım. beni çalıştığı şirkette işe sokma önerisine de kayıtsız kaldım!

zira yeni tanıştığın hatunun "eee sen ne yapıyorsun?" sorusuna, "napayım ya, can sıkıntısı. evde boş boş duruyoz işte. ütü, temizlik..." diyen bendim, kime ne diyebilirdim. 

kim bilir ne çok bekledi kendince zatından aşağıda görebildiği birini bulup, yeni işiyle bu havayı atıp, "al bak, senden üstünüm. böyle de çaktırmadan seni tepiklerim." havası estirebilmek için. hadi dedim, ramazan mübarek gün! 

hayır, ilk defa çenemi tutup hem de gülmeden dinleyebildim. yaşlanıyor muyum, neyim!

3 Ağustos 2013 Cumartesi

madem camideyim, dur bi yer bildirimi yapayım!

kandil, tanrının dünya işlerine kafa yormada kural tanımayan biz kullarına "dur bi, ben varım bak, beni hatırla! bu kadar kendini hırpalama, iste benden sıkıştığında." demesi kanımca. bu kusursuz işleyişin farkına varabilmemiz için bir vasıta. bu gece kendince, inandığınca, bildiğince ya da bilemediğince herkes bir şeyler yapmakta. duanın da, inancın da, ibadetin de yalnızca kul ile tanrı arasında olması gereken bir münasebet olduğunun bilincindeysen ne ala!

inanırsın, inanmazsın, senin bileceğin iş. ancak "inanmıyorum" diyen adamdan korkmuyorum ben, her lafa tanrıyı karıştırandan korktuğum kadar son zamanlarda.

ülkemiz ve bize dayatılanlar malum. sanki 10 sene evvel bir şakirt ordusuyla yürüdüğü lanetli bir halka karşı zafer kazanmış olan komutan, ele geçirdiği topraklarda kendi yarattığı çakma İslamı zorla yayma çabasında. sanki biz evvelden kafirdik, sanki büyük dedem sıçana tapıyordu. sanki sıçan boku yiyip ibadet sayıyorduk! tövbe estağfurullah.

hadi komutan rahatsız. birtakım çıkarlar, büyük adam olmayı kalıbına sığdıramamalar falan adamı şekilden şekle sokar. ama tabi psikoloji bilimi de ruhsal rahatsızlıkların bulaşıcı etkisi üzerinde çalışmalar yapmakta. bunu da es geçmemekte fayda var kanımca. imam cemaat ilişkisi de açıklayabilir bu tutumu, hükmedilen halka bakınca!

yavaş yavaş yobazlaşan halk, islam diye yutturulan saçma uğraşıların kabullenilişi, kadınların bile isteye ikinciliği seçişi, televizyon programlarında sık sık gördüğümüz radikal ve saçma açıklamaların normal karşılanabilmesi falan hep yoruyordu beni de, bu akşam gördüğüm facebook iletisi kadar şaşırtmamıştı hiçbiri ki o da aşağıda:

"sarı çizmeli mehmet ağa şımbıllı camiinde." yer bildirimi yaptı. "Allah'ın evine, kalbimizdeki kötülükleri yıkamya geldik. @ ali, veli vs. ile birlikte."

arkadaşım nesin sen ya? neyin peşindesin, ne yapmaktasın? camide yer bildirimi yapmak da nerden çıktı? cami çıkışı fotoğraf paylaşmasan olmaz mıydı? "duamızı ettik, geldik" de neyin nesi?nasıl bir saçmalamışsın, hadi sen saçmalamışsın neden beğenenler bunu nasıl sorgulamamış? şuan bende sadece ve sadece cemaatçi kıza aşık olmuş, gözüne nasıl girsem diye kendini yırtan, ileride cemaat yoluyla kazanacağı paraları da oracıkta hesaplayan adam profili çiziyorsun! bi defolun, bi kendinize gelin Tanrı aşkına! ay bayılazaaaam galiba!

1 Ağustos 2013 Perşembe

54875 hafta önce barda süzdüğün sarışın kızı hatırlamazsın tabi

hava sıcak. yapış yapış. yatsan sarılınmıyor, sarılsan durulmuyor. e hal böyle anısal bellek devreye girip sırf ibnelik olsun diye fısıldıyor:  "şşş, bu +ayı var ya, 8 sene önce bugün gecenin üçünde telefonuna mesaj gelen ayı bak bu. o mesajda yazanları unutma. ayrıca bi de geçen sene kasım ayında bağırdıydı sana bu. hadi uyu şimdi."

abi, histerisiz kadın kadın değildir. başka bir şeydir o, evrim geçirmiştir. türüne özgü özellikleri eleyip +endemik olanları siktir edip, hatta bir de derbi maçlarını zevkle izleyip erkeklerin rüyası olmayı belki dilememiş ama her uzun ilişki adamının rüyasında yer edebilecek tripsizlikte, kadın değil de kadın gibi, +odun gibi bir şeydir.

biz erkeğin öfke, hiddet, kıskançlık, hırs gibi hisler dışında duygu dünyasına dair herhangi bir dışa vurumda bulunmayanına ayı deriz, hadi en iyi odundur o. biz ne hikmetse odun severiz ama mevzu bu değil! kadının ayısıysa nazarımda işte erkeğin dışavurumdan çekinmediği bu hislere tepkisiz kalabilen yahut anlayış gösteren bununla birlikte özel ilgi alaka, saç okşaması, +iltifat, hediye falan talep etmeyen ve bunu öyle gerektiğinden değil sanki yaradılışı böyleymiş gibi karşı tarafa kaktırmayı becererek hayatta kalabilen bu sebeple geceleri  mutsuzluktan ölmek üzere olduğunu sandığım varlıktır.

bu odun kadınlar genelde hep çok yakınlardadır. mesela +manitanın en yakın arkadaşlarındandır. adamı boyuna boyuna dürtekler, her kavgada "aaa, ben olsam böyle yapmazdım, ne ayıp!"larla fişfitler, sanki kadının orijinali oymuş da sen cin evladıymışsın hisiyatını adama bi güzel yedirirler. hayır allahtan odun erkek cinsi dışarıdan gelebilecek hissi yönlendirmelere kapalı. yoksa mazallah! bak odun erkeğin de bu dışa kapalılık en iyi tarafı.

neyse işte, kadının orijinali zaten hiç de öyle dümdüz değildir. bir kere aynı overden çıkan iki ürün bile tamamen farklı hissel ve psikolojik özelliklerle bezenmişken, nerde anlayacaksın sen yattığın 3-5 kadını baz alıp tüm kadınları. bak konu yine saptı.

kadın dediğin- sebep olursan şayet-, histerik. ha yok adam olcam ben, her akşam yüzümde gülücükler eve gelip kapıyı açar açmaz sarılcam yüz yıldır görmemişim gibi, her gece saçlarıyla oynayıp kendimden evvel uyutçam, her özel günde elbette ama durup dururken hediye alcam, sabahları ondan önce kalkıp kahvaltıyı da o günkü kıyafetlerini de hazırlıcam, annesine tapçam, birbirinden çok farklı 7768 renk pembe ojeden hangisinin kıyafetine uyduğuna dair 10 dakika tartışçam, o ayakkabıların hepsinin birbirinden çok farklı ve gerekli olduğuna yürekten inancam falan diyorsan o ayrı! o zaman bi kafasının üstündeki ışıklı dairesi ve kendince birkaç farklı husus eksik kalır. onu da becerebilirsen bi gün, dünyada cenettesin!

histeri ise;

psişik ve motor bozukluklar, özellikle duygusal reaksiyonlarda taşkınlık( durup dururken ağlamaya başlama),
ani sinirlenme( neden ağlıyorsun sorusuna verilen "ağlamıyorum, sana ne bundan hem." yanıtı),
geçici kişilik değişimi (sen beni hala tanıyamadın, anlayamadın beni) ve
günlük hafıza kaybı (ne yaptın benim için, beni mutlu etmek için ne yaptın?) , çeşitli sistemlere ait 
psikosomatikşikayetlerle belirgin psikonevroz bozukluk.
Denetim dışına çıkıp kişinin işlevselliğini aksattığında;
aşırı hayal gücü (dün sana selam veren o kız, sana hiç normal bakmadı. çok yakındınız hem.) veya korkuları ifade eden (zaten annenin kaderi kıza, böhüüüüğğ) nevrotik zihinsel bir hastalığı tanımlar.


şimdi bu yapış yapış havada, yattığının dokuzuncu saniyesinde horlamaya başlayan adam histeriyi tetikler. bunu anlayamazsan, bu vurdumduymazlığın, körükler. ne yaptım diye kendine sorma; kim bilir neler yaptın! o kadar senede var ya, piiuuuvvv.. hayır o kız uyudun diye koparmadı o pamelayı, sen 43 ay evvel oturduğunuz barda o sarışın kıza çok dikkatli bakmıştın!

y kromozomum yoksa, öleyim mi lan?

yok annem yok, +eşitlik meşitlik hikaye. dünyaya bi kere "xx" kromozomuyla gelmişsen, hayatın boyunca boyuna yardırcan demektir. 

üç yaşında başlayan "annem, topla şu oyuncaklarını. kızlar dağıtmaz öyle." ile çıktığımız yol -benim henüz ulaşabildiğim- "alo, akşama mümtazları çağırdım, yemeğe. hadi benim becerikli karım, kızma, döktürürsün sen bir saate, bilmem mi ben seni!" ile devam etmekte! 

çocukken "çalış kızım, oku da elin iş tutsun. bakma kimsenin eline." diye öğütlenerek bi baltaya sap olmak için senelerce didinmeye sevk edilen beni, bu didinme esnasında niye kimse uyarmadı?

niye işten geldiğinde ütüleri yapmış, çamaşırları yıkayıp asmış, kuruyunca ipten almış, evi süpürmüş, tozları almış, nevresimi değiştirmiş, yatak örtüsünü yaymış, hadi yemek yapmasın onu geçtim bari akşama ne yenileceğini düşünüp karara bağlamış bir ROZİ"nin beni beklemediğini, o Rozi'nin bizzat zatımın bir türevi olarak ev yaşamında yeniden şekilllendiğini söylemedi? hı? çalışan ablalarım, iş sahibi teyzelerim?

niye en mükemmel kocaların bile yalnızca "yardım ettiğini", akşam yemeğine salata yapan +romantik bir kocam bile olsa arkasından yerdeki marullarıbenim toplayacağımı bir de "aman hevesi kırılmasın diye" binbir taklayla teşekkürlere boğacağımı, evin kendi haline bırakıldığında zaten pis olacağının "xy" kromozomlu bireye nasıl kavratılacağını;

neden söylemediniz?

aha da yazıyom, doğurursam bi gün, erkek olursa, kıronun allaaanı yetiştircem. ben çektim benden sonrakiler de çeksin. böyle de naletim, böyle de çirkefim.

isteyince çok akıllı olabiliyorum

nerdeyse on senedir sağımı solumu bilmeye gerek duymadım ben. hiçbir yolu bulabilmek zorunda değildim. ilacımın saatini, çağdaş türk edebiyatından kalmamak için finalden kaç almam gerektiğini, uçak saatimi, hesabımda kalan parayı, eskiyen ayakkabımı, dönüşüme kaç gün kaldığını, bu aralar gözlerimin niye sarardığını, son bir saatte içtiğim sigara sayısını, bu kadehin beni çarpıp çarpmayacağını, gerginliğimin periyodik mi yoksa sebeplimi olduğunu, kredi kartımın son ödeme gününü, bilgisayarımın eskiyip eskimediğini, eğer öyle davranırsam sonuçlarının beni nasıl etkileyeceğini falan hiç düşünmedim. arada sırada yalnız başıma yol tarif etmek zorunda kaldım, beceremeyince de "ya sen +Orhan'ı ara, o anlatsın." deyip telefonu kapattım.

18 yaşıma girdiğim gün beklediğim o otobüse valizimi veren o adam vardı çünkü. her girdiğim vizeden önce ona ağlandım, her kaldığım ders için babamdan çok Ondan azar yedim, hiçbir büt'e çalışmadan gidemeyişimin sebebidir gelip başımda beklemesi ben ders çalışırken...

ne çok emek...

minneti ifade etmek zor. hele bana çok zor... yazarım ben zira, söyleyemem. okumaz zira kocam, söylemiş olamam. beraber yaşamaya başlayışımızın 365'e tam bölünüşünü kutlamak için birkaç sözcüğü gereğince ve duygusal içeriğince bir araya getirip ses tellerimi işe koşup bir de atmosfere salamam.

ama şimdi biri bana say +uzuvlarını dese; el derim, kol, bacak falan sıralar sonuna da sevgilimi eklerim. bilmem ki daha başka nasıl ifade ederim...

çalışmayan kadın yoğun radyasyon saçar

"şimdi dün komşu teyze vıdı vıdı, vır vır, +dır dır, faln filan, annem de aradı sonra işte dedi ki şöyle böyle, şudur budur, sonra ben de ona dedim ki napayım, şöyle şöyle dedi, ben de böyle yaptım. sen beni dinliyo musun? hı tamam. sonra işte başım ağrıdı, baş dediysem sade baş diil. böyleyken böyle, ıvır zıvır. ha bu arada babaannemin amcasının kaynının küçük kardeşinin ilk kocasından olan oğlunun üvey kızı da varmış düğünde. vır vır, dır dır.. uyumadın di mi? hı işte annem dedi ki onlar ona yarım altın takmış ama ötekiler gram falan filan bak sen şu işe. sonra işte benim ilkokul arkadaşım feraye boşanmış bi de evlenmiş. hem de kocası ressammış, ilkokuldayken resimlerini ben vıdı vıdı.. aaaaa, uyuma ama ya bi şey anlatıyom. hıh tamam. sonra işte benim de elime iğne batınca, ben bi irkil. mahallenin çocukları vır vır... ha bi de okuduğum kitap var ya, dün anlattı hani o akademisyen adam sen arkadaşıyla.... uyudun mu? ya uyudun mu ya? 

böhüüğğğğ... biliyom zaten sevmiyon sen beni. hep böyle yapıyon! aaaağğğğ... giiiit. anlatmıcam git. annenin kaderi kıza diye boşuna dememişler. üühhüüüü... yok bi şey, ağlamıyom ben! +uyu sen. uykuyla evlenseydin. aaaaağğğğ..." güm!

31 Temmuz 2013 Çarşamba

şimdi ben bi başlık düşündüm, düşündüm dediysem de tam da öyle değil ama işte...

dur bir de şöyle yatayım. ay böyle de kolum uyuşuyor. başımı diğer tarafa koyayım en iyisi, televizyonun açısı kötü ama, zaten izlemiyorum. e böyle yatınca da kitaba gelen ışığın açısı değişiyo. dur balkona çıkayım ben, kilimi de serdiydim. ooooh, mis gibi, iyi ki de çıkmışım. cıvıl cıvıl çocuk sesi. iyi ki mi dediydim az evvel? olsun çocuk sesi tayyoştan iyidir. çok mu bağırıyor bunlar? aaaa, kızcam ama artık. "şşşşşt, kızım az bağır biraz. aaaa, bi de cevap veriyo, bak indirme beni! atmıyorum topu falan, bacak kadar boyuyla... cık cık!"

aaaa, ben onu unuttum ya.

"alooo, canım, şimdi yarın misafir gelcek ya, evet, ben düşündüm şimdi en iyisi köfte yapayım köfteyi herkes sever, herkes sevmez de sever ama geneli insanların, hatta köpekler de seviyo. işte neyse ama ben nasıl köfte yapayım, dalyan mı yapsam, fırına mı sürsem, yanına patates mi koysam yoksa pilav daha mı iyi, ama şimdi pilav yapmaya üşenmiş derlerse, ama patatessiz köfte olmaz da derler, bi de kızartsam nasıl olur? patates de kızartmak gerekir ama şimdi, hava sıcak hem. tatlıyı da kup yapayım dedim ama o geçenkinin şekeri biraz azdı, gerçi daha iyi az şekerli ama anlmazlar ki tatsız olmuş derler en iyisi şekerini artırayım. bi de ramazan şimdi güllaç aslında ideal ama her yerde güllaç yemişlerse olmaz. çorba da mercimek... alo, alo, aloooo canım!"

hat gitti herhalde. "aradığınız kişiye şuan..." şarj bitti herhalde... yoksa! yok canım daha neler!

28 Temmuz 2013 Pazar

bok yiyesice

tabi siz sosyal yaşamın temellerini atarken elektriktikli süpürge, cam-sil, yumuşatıcı falan yoktu! tabak, çanak, biblo gibi şeylerden bahsetmiyorum bile... 

tak yaprağı önüne arkana, kurudukça değiştir! yıkama derdi yok.. mağara desen zaten, süpürülmez silinmez... dediniz tabi adamlara, göz süze süze "beeeey, sen git yicek bi şeyler avla, ben evle ilgileneyim!" diye, yedirdiniz adamlara bi güzel bunu.. adamlar geyik peşinde koşarken yattınız di mi mağarada, kafa dinlediniz di mi.. hiç bizi düşünmediniz di mi? ilerde bi gün ev diye bi şey olur, halısı olur, mutfak dolabı olur, camı olur diye aklınıza gelmedi di mi hiç... 

işte sizin yüzünüzden, o muhteşem zekanız, işveniz cilveniz yüzünden biz on yüz bin milyon yıl sonra hem beyler gibi işe gidiyor, hem sizin "evle ilgilenmek" diye ortaya atarken yatış sandığınız o ömür törpüsüyle uğraşıyoruz.. 

kadın atalarımı burdan saygıyla anıyor, görüşeceğimiz günü sabırsızlıkla bekliyorum! he bi de ağdayı kim buldu, tartışın aranızda bi bulun, ilk önce onu istiyorum. 

osur osur ipe diz

hayır o kadar uğraştım, o kadar çabaladım, blog açınca hayatım bi anda değişecek, başıma gaipten gelen melekler konup üstüme peri tozu serpecek falan sandım; bi bok olmadı! ayrıca "bloglu insan havalı insandır" sanmamla başlayan o hazin çaba,  aynada karşılaştığım çamaşır sulu şort ve o laletdalin topuza hiç yakışmadı.

"açtım yazayım bari" deyip, bilgisayar ekranına bakmaya başlayalı geçen 1 saat ise benim bu işe hiç havalı bir giriş yapamadığımın kanıtı.

sonuç olarak, blogum var. ne işe yarayacak, hala bilemesem de, evet var!